Tecrübe Konuşuyor

Evet arkadaşlar, bugün itibarıyla motosikletli hayatımın üç ayını geride bırakıyorum. Toplam 4000 km yol tecrübemin 3600 km’sini son altı haftada yaptım. İlk altı haftada ise sadece 400 km yol yapabildim.

Motosiklet maceram nasıl başladı? Her şey bir Şubat akşamı berberimde tıraş olurken karşı dükkanda gördüğüm motosikletler ile başladı. Bu bir Uğur Derin Dondurucu mağazası olup aynı zamanda Mondial motosikletlerinin yetkili satıcısıydı.

Berberde işim bitince Mondial motorları incelemeye başladım. İçlerinden 250 cc cruiser bir motoru beğendim. Bana 3,250 TL fiyat biçince içimden: “vay be o kadar da pahalı değilmiş, e ben bunu alabilirim o zaman.” diye düşündüm. Ama hemen cavslamamak için fiyatları sormakla yetindim.

Hem üstelik daha motosikletin “M” sini bile bilmiyordum. Modeller nedir? Soğutma nedir? Silindir sayısı nedir? Bunun gibi bir sürü soru işareti cevap bekliyordu…

Ancak o akşam bir şeyin farkına varmıştım ki; ben bu işe gireceğim… Tehlikesini, hatta ölmeyi göze alarak ben bu işe girecektim…

O Şubat akşamı evime geldiğimde düşündüğüm şey; bu işe nasıl girilir, olmuştu. Bir kere, her şeyden önce A2 sınıfı ehliyet edinmek gerekiyordu. Bir yandan da motosiklet sitelerine gire çıka motorculuk camiasına adım atmak için emeklemeye başladım.

Aslında bu işe başlayacağımın işaretleri yıllar öncesinden belliydi. Sadece uygun zemin bekleniyordu. Çocukluğumda JAWA motorları vardı. Bir de onların yanına sepet takılanları bulunurdu. O sepet içinde birkaç kısa seyahatim olmuştur. Mahallemizde bulunan rahmetli Aydın Amcanın Moto Guzzi marka motosiklet – kamyonet kırması makinası ile hafta sonları pikniğe giderdik. Dahası, Belkiya Dayım ve rahmetli Hayri Dayım ( Motosiklet kazasında değil kalp krizinde hayatını kaybetti.) 1950’lerin Uşak’ında Planet marka motosiklet kullanıyorlarmış. Bundan daha önemlisi Annem o yıllarda Planet marka motosikleti kullanabiliyormuş. Rahmetli babamın B sınıfı ehliyeti bile olmamış; ama o da ata binermiş… Demek ki; genetik olarak da iki teker işine bulaşmam gerekiyormuş. Buradan bu sonuç çıkıyor…

Lise yıllarımda ağabeyimin iş yerinde öyle yatıp duran MZ marka otomatik vitesli bir motoru kaçak olarak kullanmışlığım da vardır. Hangi akla hizmet ettiysem bir kenarda yatan o külüstür motora atlayıp önce işyerinin bahçesinde antreman turları atıp sonra hemen trafiğe çıkmıştım. Ne kask var ne ehliyet öyle serseri mayın gibi trafikte dolaşmıştım. Bu benim ilk motor deneyimim olmuştu aynı zamanda. İlginç olan ise motora son gazı vermeme rağmen bir türlü hızlanamam ve en sonunda bileğimin ağrıması ile gazı kesip tekrar gaz vermemle motorun şahlanması olmuştu. Meğerse motor otomatik vitesli olduğu için gaz kesip açmakla vites yükseltiyormuşum.

Çankırı’da pratisyen hekimlik yaparken köylerde kullanılan MZ 250 cc yan sepetli bir motorun üzerine çıkıp sürmeye kalkışmıştım. Sahibi beni; “bak üzerinden atar.” gibisinden sözlerle uyarmıştı. Üzerinden atmadı sadece stop etti…

İstanbul’a ilk geldiğim zamanlarda asker arkadaşımın bir BMW F 650 motoru vardı. O motora bir kere artçılık etmişliğim oldu. O motoru daha sonra mesai arkadaşımın eşi, benim asker arkadaşımın aynı zamanda arkadaşı; satın aldı. Evli barklı, çoluklu çocuklu bir adamın motosiklete binmesine o zaman biraz karşı çıkar gibi oldum. Hatta motorunu evli barklı bir adama satan asker arkadaşıma da kızar gibi oldum. İnsan nasıl olur da arkadaşına, üstelik çocuk sahibi bir babaya ölüm makinası olan bir cihazı satar? Bu en yakın arkadaşını sigaraya başlatmak gibi bir şeydi benim nazarımda o zamanlarda.

Motorculukla yukarıda anlattığım türden yakınlaşmaları yaşamışken o gün, o Şubat akşamı bu işe girmeye karar vermiştim. Dediğim gibi; önce A2 sorunu halledilmeli idi. Nisan 2008 sezonu için bir ehliyet kursuna yazıldım. Resmi evrak işlemleri her zaman olduğu gibi adamı çileden çıkarsa da sonunda Mayıs ayında ehliyetimi cebime koyacaktım.

Bu meyanda Nisan 2008’de düzenlenen motoshow 2008 fuarına gittim. Fuara giderken aklımda ucuz yollu kalitesi fena olmayan acemiliğimi atabileceğim bir motosiklet vardı. Öyle ki kullandıktan sonra gözümü kırpmadan hurdaya çıkarabileceğim bir motosikletti bu. Gerçekleştiremeyeceğim hayallerden uzak kalmayı yeğ tuttuğum için fuarda baba markaların standlarına hiç uğramadım bile. Jinlun, KeeWay, Mondial, Kanuni, Ramzey ve şimdi adını hatıramadığım envai çeşit Çinli markanın içinden birisini beğenip bu camiaya adım atmaya hazırlanıyordum. O günlerde kafamdaki en önemli kriter motorun hava soğutmalı olmaması gerektiği bunun yerine su soğutmalı olmasıydı. Tek silindirli Çin malı cruiser motorların hiç biri bu nedenle beni tatmin etmedi. Şimdi düşünüyorum da bu temelsiz düşünce sistemi sayesinde farkına varmadan doğru karar vermişim… Çin motorlarından umudumu kesmişken; hem yerli malı olsun, hem kaliteli olsun hem de ekonomik olsun mantığı ile fuarda Kanuni ile bir yakınlaşma kurdum. Ve Kanuni Deer 152 cc modeli bir anda benim yeni gözdem haline gelmişti. Scooter olmasına rağmen havalı görünüşü, Çin malı olmaması, su soğutmalı oluşu; ki bu o günlerde benim için çok önemliydi; gibi artıları barındırıyordu bünyesinde. Stand görevlisi ile tanışıp kartları alıp verdikten sonra fuardan Kanuni Deer 152 rüyası ile karanlık saatlerde çıktığımda; fuarı terk etmeye hazırlanan motorcularla ayak üstü sohbet ediyordum.

İki bacanakla karşılaştım. Birisi Çin malı gösterişli bir cruiserı çalıştırıp ısındırıyordu. Diğeri, Honda CBF 150 sini çalıştırıp ısındırıyordu. Arkadaşlarla ayak üstü sohbet ederken CBF 150 kullanan kesinlikle Çin malından uzak kalmamı şiddetle tavsiye etti. Motordan soğumamam için 10 yıllık bile olsa 2. el Japan al ama Çin’den uzak kalmamı ısrarla tavsiye ediyordu. Kanuni Deer 152 için de aynı şeyleri söyledi. Farkı görmem için Çin cruiser’a ve CBF 150 ye beni bindirdi. Boşta gaz verdiğinde Çin motoru zangır zangır titrerken CBF 150 de titreşim hissedilmiyordu bile. Bana elindeki katalogdan CBR 125 ya da YBR 125 almamı önerdi…

O bacanaklarla karşılaşmamış olsam şimdi Deer 152 ye biniyor olabilirdim. Eve geldiğimde kafam karma karışık olmuştu. Ekşi sözlük dahil internetin altını üstüne getiriyordum. Motor markaları, modelleri, kullanıcı görüşleri derken kendimi Kızıltopraktaki motosiklet mağazalarının içinde bulmaya başladım.

Hyosung ile tanışmam da o döneme rastlar. Kızıltoprak motor mağazalarını arşınlarken İstanbul Motor’un devasa avlusunda sıralı duran cillop gibi motorlar dikkatimi çekti. Çok heybetli, kaslı, deposu babalar gibi, grenajı falan derken oldukça albenili olan bu motosikletlerin oldukça kaliteli ve köklü bir Kore firmasının ürünü olduğunu öğrendim. Bu firma uzun yıllar Suzuki Motor’un yedek parça üretimini yaptığı gibi kendi motosiklet üretimini de uzun yıllardır yapmaktaydı. Üstelik motorları kendi kategorisinde çift silindirli olup daha fazla güç üretmekteydi. Ancak o tarihlerde gündemdeki yerini yeni yeni alan bir sorunla karşı karşıyaydım. Global Motor mu? Kuralkan Kanuni mi? İşin içinde Kanuni olunca Hyosung işinden çok soğudum açıkçası. Son ana kadar kafamda bir soru işareti olarak kalmıştır bu…

Bu meyanda ehliyetimi almış oldum. Ancak motosikletin “M” sinden bihaber olduğum için özel ders almaya karar verdim. Tok satıcı Kızıltoprak Honda’nın tavsiyesi üzerine bir eğiticiden özel ders alacaktım. 2008 fiyatı 80 TL olmasına rağmen beni çok sevdiği için hocam benden saatine 60 TL aldı. Benim için standart eğitimi olan 5 dersi uygun gören hocamın tek dersinden sonra diğer dersleri kendim çalışırım diyerek katılmadım. Motor işinin tamamen paraya dayandığını ufak ufak anlamaya başlamıştım. Mantık şuydu; “Hmmm bu adam motosiklet sürmek istiyor. O zaman bunda para çok… Biz bunu bi güzel sövüşleyelim.” Halbuki; benim akşama kadar eşşek gibi çalışarak kazandığım 60 TL nin tamamına göz koyulacağı yerde bir saatlik eğlenceli bir eğitim için 30 TL ye kanaat edilse ben 5 ders değil 10 ders bile alırdım… Ama yok! Bir insan motosiklet sürmek istiyorsa kulağının arkası bile kazıktan nasiplenmeli.

Tamamen çamur atmamak da lazım… O tek ders sayesinde 250 cc bir makinayı problemsiz kullanabileceğime olan inancım tam oldu.

En iyisi 2. el bir Japan ile motosiklet dünyasına girmeliydi. Ancak internet piyasası ile motosiklet mağazalarıdaki piyasa taban tabana zıttı. İnternette gördüğüm 5000 – 6000 TL arasındaki Honda CBF 250 lerin hiçbirisi motosiklet mağazalarında o fiyata etiketlendirilmemişti. En kötüsüne 6250 TL fiyat biçilmişti. Yenisini 8000 TL ye alabileceğim bir motorun 2. eline 6250 TL bayılmak da akıl mantık işi değildi doğrusu. Günlerim Kızıltoprak motosiklet mağazalarında geçerken bir yandan da bu işin sadece motosikleti almakla bitmeyeceğini bir de bunun aksesuar adında olmazsa olmaz kazıkları olduğunu kavramaya başlamıştım ki; motosikletten önce aksesuarları almaya başlayarak bu piyasanın motorcuların kanını emen vampirlerle dolu olduğunu daha iyi anladım.

Kask… Motosiklet camiasına adım atan her motorcu gibi kaskımın süper kurşun geçirmez, darbe emici, zeka arttırıcı, ses yalıtımlı ve küçük bir aparatla bulaşık makinasına dönüşebilecek özellikte olanını aramaya başladım. Bu amaçla Schubert C – 2 ses ve darbe izolasyonlu, köpük silikon dolgulu, güneş vizörlü, hava alan, çelik bar korumalı kaskı tercih ettim. Dahası motorcu bir abim tarafından tercih ettirildim. Memnun muyum? Evet memnunum ama şimdiki aklımla 300€ değerinde bu kask yerine 100€ luk lansman ürünü olan başka bir kaskı tercih edebilirdim. En nihayetine kask; sadece olası bir düşme anında kafanın yerle olan temasını kesecekti. Bir kask ne kadar € olursa olsun limit süratte yapılan bir kazada karşı yönden gelen bir kamyonun darbesine ne kadar dayanabilir ki? Hadi diyelim kask o travmaya dayandı peki vücudun geri kalanı? Ama kafatası sağlam kaldı, değil mi! Ayrıca yüzlerce € verilerek alınan bir kask motosikleti park edince gidona asılıp bırakılamıyor da; halbuki 100€ luk bir kaskı lokantaya girerken yanınızda taşımaya üşenebilirsiniz.

Kaskıydı, eldiveniydi, montuydu, balaklavasıydı, dizliği, çizmesi derken 1000€ luk bir serveti daha motoruma kavuşmadan harcamıştım.

Tunç Abinin bu aşamada büyük desteği olmuştur bana… Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Ehliyetim cebimde aksesuarlarım evimde olduktan sonra bankadan gerekli finans desteği sağlanarak mağazaları alıcı gözle dolaşmaya başladık Tunç Abi ile beraber. Aklımıza anlık periyotlarla düşen Apache 150 cc gibi motorlar haricinde 9 Mayıs 2008 tarihinde Kızıltoprak’ın ne kadar motosiklet mağazası varsa hepsinin altından girdik üstünden çıktık. Dönüp dolaşıp İstanbul Motor’un Hyosung’larına geliyorduk. O heybetli Hyo’ların truncu renkli olanına özel indirim de yapılacaktı. Ancak Kanuni – Global ikilemi yüzünden içim rahat değildi. O anda bir kenarda beni bekleyen motorumu gördüm. Tunç Abi mağazada o moor benim bu motor senin beğenmeye çalışırken ben; “ İşte dedim benim motorum burada beni bekliyor.”



Tunç Abi de motoru beğendi. Alıcı gözle baktı alete… Onun da hoşuna gitmişti. Tek silindirliydi; ama kaslı yakışıklı bir erkek duruşu vardı. Kalıbını dolduran bir görüntü çiziyordu. Tamam ağabeylerim gibi heybetli değilim belki ama kalıbımın hakkını sonuna kadar veririm ben, diyordu bulunduğu köşeden. Motorumu bulmuştum artık… Sıra üstüne başına kıyafet beğenmeye gelmişti. Yani pamuk eller cebe… Motor koruma demiri, arka bagajı ve ön camı küçük çaplı bir servete mal olacaktı yine. Artık bu kadar açılmayı bütçemin kaldıramayacağını düşünerek bu masrafları daha sonra yapmak üzere nikah işlemlerine başladık.

14 Mayıs 2008 mesai çıkışında motorum telli duvaklı gelin misali beni bekliyordu. Onu nikahıma aldım almasına ama; makineyi eve getirme işlemini ben yapamazdım. Tunç Abi önde ben araba ile arkada makine eve geldi. Gecenin o saatinde Tunç Abiden aldığım kısa bir brifing ile hemen antremanlara başladım. İlk iş; motora binmek, inmek, çalıştırmak, durdurmak, kaldırmak, durdurmak, sağa dönmek, sola dönmek, park etmek vs. O gece de ne rüzgar vardı… O kısa eğitimin ardından eve motoru getirdik. O gece o kadar komikti ki; motoru sitenin içinde koyacak yer bulamıyorduk. Daha doğrusu Tunç Abi buluyordu ama; bulunan her yer bana göre güvenli olmadığı için paso yer değiştiriyorduk. En sonunda bir yere park ettik motoru. İçimden imkanım olsa aleti evimin içine taşırım, diye geçirdim. Uyur uyanık geçen dinlenme ile sabahın altısında motosikletin başında dikildim. İşe motosikletle gidecektim. Motor koruma demiri olmadan bindiğim motosikletimle işe sağ salim vardığım o günü unutamam.

Sabahın körü saat 06:00 da trafik uyanmadan tam aksesuar kuşanıp motorumla yola koyulmuştum. Saat 06:30 da hastaneye vardığımda asansörden iner inmez üstüm başım kuşamım üstümde elimde kask ile fenalaşan bir hastaya tıbbi müdahalede bulundum.

İlk altı hafta çok seyrek kullandım motorumu. Sadece haftanın belli günleri işe gidip gelirken ve mahalle aralarında, yeni yapılan trafiğe açılmamış yollarda sürdüm. Hemen motor koruma demirimi yaptırmam gerekiyordu. Maazallah bir devirme anında cillop gibi motorumun zarar görmesini istemiyordum.

Evime ve işime yakın bir yerde motor koruma demiri yapan bir usta tesbit ettim. Tok ustanın atölyesine uğradığımda neredeyse benimle hiç ilgilenmedi. Atölye de atölye olsa bari, hurdacı dükkanı gibi bir şey… Benim beygire bakarak 200 TL; ama bana indirim yaparak 175 TL ye motor koruma demiri yaparmış. Ben de, “peki” dedim ve oradan ayrıldım. Adama bak yahu, Allahın demir borusu yamultup iki kaynak atacak ve 175 TL isteyecek… Benim rahmetli babam kaynakçı ustasıydı, ben de anlarım kaynak işinden, ve babamın çıkardığı iş bu dallamaların yaptıklarıyla kıyaslanamazdı bile. Bana tezgahı 3 saatliğine verse gösterdiği motor koruma demiri ile boy ölçüşemeyecek kalitede ve görünümde bir iş çıkarabileceğimi bilmeme rağmen dükkan sahibi oydu ve kendisini usta olarak görüyordu. Uzatmadan, oradan uzaklaştım.

İnternetten yani http://www.google.com/ dan “motor koruma demiri” diye arattığımda Kartal’da bir ustanın telefonuna ulaştım. Adam telefonda bana 75 TL fiyat verdi. Ben de adamın yanına gittim. Ve ilk ciddi motosiklet tehlikesini de o gün yaşadım. E – 5’den Kartal’a kıyı kıyı emniyet şeridinin oralarda süre süre giderken Gülsuyu kavşağından E – 5’e bodozlamasına giriş yapan bir ticari araç yanımda bitiverdi. Daha motoruma alışmamışken ne yapacağımı şaşırdım. Ön frene asıldım, alet dengesini kaybeder gibi oldu ama hemen toparlayıp az ötedeki benzinliğe girdim. Motoruma benzin alırken kendi kendime; bu sevdadan vaz mı geçmeli, diye düşündüm…

Ustanın yanına geldiğimde adam bana demez mi: “Arkadaş telefonda yanlış fiyat vermiş, aslında 150 TL ama size 125’e yapalım artık.” İlk önce; başlarım senin dalağına, tarzında bir giriş cümlesi kuracakken, sonra aman canım salla gitsin diyerek; tamam dedim. Ama adamlar gerçekten özene bezene çalıştılar… İşin ilginci; kenar mahalle ustalarından oluşan bir grup motorumu incelemeye aldı. Birisi gelip; lastiklerin kalınlıkları olmamış diyor, öteki radyatörün biraz daha büyük olması gerektiğini söylüyor, beriki katalitik konvertörün yerinin uygun olmadığını söylüyor… Ben de içimden mi dedim yoksa dışımdan mı söyledim şimdi tam hatırlayamıyorum: “Ulan dingiller, koskoca Yamaha’nın Japan mühendisleri, sizin iki dakikada yumurtladığınız inciler için kim bilir kaç gece uykusuz kalmışlardır.” dedim. Ne enterasan milletiz! Artık motorumun pek estetik bulmasam da koruma demiri vardı.

Motor koruma demirli motorumda daha rahat sürüş yaşamaya başladım. Ne de olsa bir aksilik eseri devirsem bile alete bir zararım olmayacaktı. Bu meyanda motorla Maltepe sahile çıkıyor, mahalle aralarında dolaşıyor ve ara sıra işe gidip geliyordum. Ve ikinci büyük tehlikemi bu esnada atlattım. Maltepe – Başıbüyük caddesinde yol boşken hızımı 60 km/h hıza bir anlığına çıkarmıştım ki; Hyundai G(ö)tz marka bir araç lönk diye caddeye yani önüme çıktı. Sanki o anda ben trafikte yokmuşum gibi davranmıştı. Frene asıldım, yine ön frene asılmıştım ve motor dengesini kaybeder gibi oldu, bu esnada nasıl olduysa debriyaj çekiliyken hem ön freni sıkıp hem de gaz vermiştim. Neyse ki devrilmeden olayı atlatmıştım, hemen adamın yanına giderek kornaya asıldım. Adam ailesiyle arabanın içinde kucağında bir bebek, bir eli direksiyonda diğerinde telefon, ben korna çaldıkça mal mal bana baktı… O gün eve geldiğimde çok öfkeliydim… “Yok arkadaş, bu memlekette motora binilmez.” diyordum. Sonra kabahati kendime buldum. Yol boş diye gazı açmıştım. Bir anda kendime olan güvenim gelmişti. O günden sonra motora binmeye bir hafta kadar ara verdim.

İşe gidiş gelişlerde eşyamı koyacak yer bulmakta zorlandığım için motorum için bir bagaj ihtiyacı içindeydim. Hein – Gericke mağazasından montumu, kaskımı vs aldığım için doğruca Kadıköy Hein – Gericke mağazasına gittim, tabii arabamla! O günlerde motoruma atlayıp Kadıköy’e gitmek benim için imkansızdı. O model bu model derken bir tank çantasını beğenip 50€ bayılarak satın aldım. Eve geldiğimde hemen motoruma monte etmeye kalktım. Ama o da ne? Bağlantı kliplerinden birisi uyumsuz çıktı… Dahası ürün için indirim talep edince mağaza elemanlarının: “Ama bu ürün Hein – Gericke, Alman malıdır.” demeleri de artık beni sinir ediyordu. Çünkü; bir ton € üzerinden para bayıldığımız bu çantanın yan yanaklarının dik durması için koyulan bakalitlerin uyumsuz kesilmesine bağlı küçük bir defoyu kendim düzeltmeye kalktığımda iç dikiş yerlerinde Made in PCR yazıyordu. Çin mallarını € bazında etiketlerle biz motorculara kakalıyorlardı. Kaçınılmaz olarak kalitesiz mallara kaldığımı bildiğim için Hein – Gericke mağazasına birkaç gün sonra uğradığımda (arabamla) bu konuyu hiç gündeme getirmedim. Sadece çantamın çalışmayan klipsini değiştirip oradan uzaklaştım.

Bu meyanda motoruma full koruma ile binip park ettiğimde ise muhakkak disk kilidimi takıyordum. Ancak motorun güvenliği için endişe duyuyordum. İşe sağlam bir halat alarak giriştim. Akşamları özellikle halata bağlamadan gözüme uyku girmezdi.


Çoluk çocuk! Evet, bu kımıl zararlıları site içinde motoru park ettikten sonra yarım saat geçmeye görsün hemen kurcalanabilecek ne kadar motor aksamı varsa kurcalarlar. Balkondan gördüm, bir keresinde motor daha kor gibi yanarken egzoza dokunmuştu! El hasılı bu veletler motosikleti kurcalamayı çok seviyorlar. Akşamdan bıraktığım motorun sabah aynaları kurcalanmış, düğmeleri oynanmış vs… Bu duruma son vermek için gittim bir branda satın aldım. (25€)

Motorumu nadir kullandığım o günlerde artık site içine güvenle bırakabiliyordum. Motor kilidi ve disk kilidi aktif, halatla direğe bağlı ve üzeri branda ile örtülü motoruma kimse yanaşamıyordu. Çalınma riskine karşı kasko firmalarını da araştırdım. Telefonla aradığım birkaç firma yetkilisi motorun kapalı garajda tutulması saçmalığını şart koştular. Bunun saçma olduğunu söylediğimde ise yarım ağızla: “yok tabi ama ödeme yapılıyor sorun olmaz vs.” tarzında laflar ettiler. Ben de daha fazla paranoya yapmayı bırakıp mevcut güvenlik tedbirlerimle devam etmeyi uygun buldum.

Arada işe gidip gelme ve mahalle aralarında dolaşma dışında motorumu Başıbüyük semtinin kırsal alanlarına sürmeye başlamıştım. Ve bir iş çıkışı motorumla 3. önemli riskimi atlattım. Sakin sakin köy yollarında ilerlerken birden yanı başımda bir Fiat Albea belirdi. Sırf belirmekle kalsa iyi beni yolun sağına, mıcırlı, düşük bankete doğru sıkıştırarak geçti. O yolda o günkü deneyimimle ortalama 50 – 60 km hızla seyrediyordum. Hemen kornaya asıldım. Albea durdu içinden 20 – 25 yaşlarında şortlu bir organizma indi.

“ İki saattir kornaya basıyorum. Neden yol vermedin?”
“ Duymadım! Ama bu senin benim kaza yapmamı sağlayacak şekilde solumdan geçmenin sebebi olamaz.”
“ O zaman yolun orasından gitme sende!”
“ Yolun kenarı mıcırlı!”
“ Hızlı git o zaman...”
“ Motosiklet de araçtır. Ruhsatı plakası var… Eğer hızımdan rahatsız oluyorsan başka araçları nasıl solluyorsan beni de öyle geçmelisin…”

Organizma Albea’sına atladı ve gitti… Diyeceğim beni geçince benden daha hızlı da gitmedi. Maksat motorluyu tacizlemekti zaten. Hatta beni geçince ilerde yolda kasisler olduğu için trafiğe takıldı ve ben yanından geçip gittim… Bir benzin istasyonuna girdim. İnsanları düşündüm…

O günlerde motorumla trafikte giderken başıma gelen en nahoş şey; özellikle yokuş çıkarken kavşakların orta yerinde motorun stop ederek dımdızlak orta yerde kalmam olmuştur. Birkaç kere başıma gelen bu durum hem beni tehlikenin orta yerinde bırakıyordu hem de karizmayı darmaduman ediyordu. Sonradan bu sorunu motor yavaşladığında birinci vitese kadar inerek çözdüm. Bir diğer tatsız tecrübe ise özellikle trafikte aniden ortaya çıkan tehlike anlarında korna yerine marşa basmamdır. Birkaç kere o andaki acele ile yaptığım bu denyoca davranıştan sonra sık sık sol başparmağımla kornaya basarak kornanın sol tarafta olduğunu iyice belleyerek aştım.

Haziran sonunda Tunç Abi ve ekibince düzenlenecek olan Çanakale gezisine katılmayı çok istiyordum. Ama hem motorum hem de ben uzun bir gezi için hazır değildik. Antrenman olsun diye evden çıktığım bir Cumartesi akşamüzeri bir de baktım Şile yolundayım. Şileye kadar gittiğim o gün ilk defa uzun yol yapmanın keyfine varmıştım. Yol boyunca motorumun vitesine vs iyice alışma imkanı buldum.

Bütün bu gezilerimde sırtıma giydiğim Hein – Gericke marka güya mevsimlik montun içinde sucuk gibi terliyordum. Ayrıca o tank çantasından da memnun değildim. Ve Tunç Abinin ısrarla ön cam taktırmamı istemesini de anlamaya başlamıştım. Rüzgar direkt göğsüme çarpıyordu. O zaman kendime bir yazlık mont almalı ve motora da bir arka bagaj ile ön cam yaptırmalıydı. Bu işlerin de hepsi € gücü ile olacaktı tabii ki. Ne de olsa: “motorun varsa paran da vardır ve kulak kepçenin bile kazıktan nasibi olmalıdır.” mantığı işliyordu motosiklet esnafında.

Motorumun 6. haftası dolmak üzereydi ve ben daha 400 km yol yapmıştım. Aynı günlerde Tunç Abinin ekibi Çanakkale gezisi düzenleyecekti. Benim de katılmamı teklif etmişti. Ancak bir sorun vardı. Benim alet henüz ilk bakıma girecek kadar kilometre yapmamıştı. Neyse ki bu sorun aşıldı. İlk 1000 km ya da ilk 6 haftanın hangisi önce gelirse o bakım tarihi olarak kabul ediliyordu. Benim ilk 6 hafta dolduğu için motorumu daha 400 km de iken bakıma soktum. Zira o hafta sonu makine Çanakkale gazisi olacaktı.


Kızıltoprak Yamaha Samura Motora servis bakımına motorumla gittim. O tarihe kadar motorla Kızıltoprak’a inmeye cesaret edemiyordum ama bu sefer mecburdum. Samura Motorun sahibi benim motorun İstanbul Motor Hyosung bayisi çıkışlı olduğunu görünce küplere bindi. Adam neredeyse beni fırçalayacaktı. Ne bilebilirim ki ben… Ne suçum olabilir ki…



Motorun 6 hafta bakımı yapıldıktan sonra sıra geldi bagaj ve ön cam mevzusuna. Yine esnafımızın elindeki ürünü allama pullama merasimine takılmıştım. “Ama bu cam İtalyan malıdır.”; “ Öyle demeyin şimdi ama… Bu tapkeys yekpare komposit karbondur.” gibi sallamalarda bulunuyorlardı. Ama eninde sonunda; o gün 350 € kadar söğüşlendiğimi biliyorum. Ve yine Hein – Gericke; bu sefer üstüme full yazlık bir yelek aldım. (150 €)




Motorun ilk bakımı yapılıp çantası ve ön camı da takıldığına göre artık Çanakkale turuna hazırdım. Toplam 400 km tecrübemle çıktığım Çanakkale turundan 1300 km ile dönmüştüm. Çanakkale gezisi benim için milat kabul edilebilir. Zira o geziden sonra her akşam iş çıkışı şehir turlarına ve hafta sonları da Şile’ye, Yalova’ya, Beykoz’a vs tura çıkar olmuştum. Hele bir hafta onu tamamen kafayı sıyırıp gece yarısı tek başıma Edirne’ye gidişim vardır ki; tam bir endurance macerasıdır o. Bir kere de Cadde Motor Kulübü ile Kerpe – Maşukiye gezisine katılmışlığım oldu ki; tadı damağımızda kalmıştır o gezinin.


En son tek başıma Şile’ye gittim yine… Bu sefer bellik ve kulaklık ihtiyacımı gidererek yola çıkmıştım. Şu bir gerçek ki; bellik gerçekten işe yarıyor. (50 €) Kulaklık da çok büyük konfor; özellikle uzun yolda. Fiyatı ( 4 tanesi 2 YTL) Bu arada kulaklık, motosiklet aksesuarları arasında € ile satılmayan ve en ekonomik olan üründür.

İşte böyle… 2 ayda yani 8 haftada 4000 km. Ya da bir başka deyişle 6 haftada 3600 km. Ya da haftada 600 km… İşin ilginci, 4000’inci kilometreyi devireceğim şu günlerde motorumu gerçekten devirmiş olmamdır. Daha bu sabah artık otomatiğe bağladığım motoru park edince ayaklığı topuğumla açma işleminin gözle kontrolünü yapmadığım için motorum sol yana hafifçe yattı. Hiçbir hasarın olmadığı bu deneyim ile şunu öğrendim ki; motorun ayaklığını gözle kontrol etmeden tepesinden inmemek gerekiyormuş…

Deneyimin sonu yok…