Çanakkale

28 - 29 Haziran 2008

Herkese merhaba,

“ Nasıl anlatsam, nerden başlasam…” denir ya; işte ben de bu hafta sonu yaşadığım macerayı sizlere neresinden başlayıp nasıl anlatsam diye düşünüyorum. Ama sanırım en başından başlasam iyi olacak. Sistematik olacağım!




Geçen haftadan arta kalan tonsillofarenjitim hafta ortasında büsbütün azdı. Terzinin söküğünü dikememesi gibi ben de ancak hafta ortasında kendime ilaç başladım. İşyerinde yıllık izinlilerin olması nedeniyle oldukça zorlandım. İğne ve serumlarla Cuma aksamını yaptığımda aklımda iki seçenek vardı. Birincisi, evde kalıp iyice dinlenmek; ikincisi şeytan azapta gerek, diyerek yollara düşmek… Donald amcanın teorisine göre evde oturmam gerekiyordu aslında; ama o gücü hissettim, ya da gaza geldim diyelim.




Cuma akşamı motorumu 6. hafta bakımına “Yamaha Samura Motora” götürdüm. Motul marka 1.5 litre motor yağı değişimi, yağ filtresi değişimi; lastik havaları kontrolü; zincir bakımı ve genel bakımları yapıldı.



Cumartesi sabahı saat 04:30’da uyanarak yolculuk için son kontrolleri yaptım. Saat 05:00’da marş basarak yola koyuldum. İlk tecrübesizliğimi de o anda yaşadım. Çünkü, nasılsa yaz dönemindeyiz ve nisbeten güneye gideceğimiz için üzerime mis gibi tam teşekküllü montumu giyeceğim yere ultra ince tabiri caizse motosiklet için transparan diyebileceğimiz ama görünüşte artistik olan yeleğimi giymiştim. O saatte bomboş olan E-5’de donmamak ve rüzgardan sille tokat ayar almamak için neredeyse tanka yapıştım ama nafile… Aslında geri dönüp caanım montumu giyebilirdim ama buluşacağımız yere geç kalmamak için geri dönmedim. Tek umudum güneşin doğması ve rüzgarın arkadan esmesi olmuştu. Keşke geri dönüp montumu giyseymişim. Saat 05:30’da Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin berisindeki benzinciye vardım. Tunç ve Akkan ağabeylerle orada buluştum. Yola dört motorla çıkacaktık. Ancak dördüncü motorun son anda çıkan bir arızası nedeniyle yola üç motorla koyulduk. Akkan Ağabey ve motoru Honda Silverwing 600 maxi scooter; Tunç Ağabey ve motoru Honda TransAlp 650 enduro; Ben ve motorum Yamaha YBR 250 turing… Depoları fulleyip otobana çıktık. Saat 06:00.



İçimizde motor tecrübesi en fazla olan Akkan hocam (yaklaşık 20 yıl) en önde olmak üzere ortada ben ve ardçı olarak Tunç hocam olmak üzere yaklaşık bir saatlik yolculuk sonunda Akkan hocamın sağa sinyal vermesiyle otoban kenarında ilk molamızı verdik. Sebep, benim motor üzerinde şekilden şekile girmiş olmamdı. Bir ara aklımdan geri dönüp montumu giymek gelse de artık evden çok uzaklaşmıştık. Evet, inanılmaz rüzgar vardı ve üzerimdeki kıyafet tüm rüzgarı sabah serinliği ile beraber içeri alıyordu. Hele belim, sanki çarpan rüzgar mermi gibi belimden içime giriyordu. Tek umudum olan güneşin tepemize gelmesin beklerken kıdemli ağabeylerim durumumun ciddiyetini görmüş olacaklar ki durup bana bir çözüm üretmeye başladılar. Çözüm basitti… Gazete ve Tunç ağabeyin yanında getirdiği pike çarşafından güzelce bir zırh yapıp sarındım sarmalandım. Otobanın kenarında iki motorcu bir başka motorcuyu sabahın saat yedisinde sarıp sarmalıyor. Bir yandan da gülüşüyorduk tabi… Ben sarınıp sarmalandıkça sanki iliklerime tekrar kan gitmeye başlamıştı. Zırhlandıktan sonra yola tekrar koyulduk. İyice anladım ki; benim yelek sadece kısa mesafelerde giyilebilecek bir giysiymiş.

Ders 1: Rüzgarın yazı kışı olmaz. Rüzgar rüzgardır, şakaya gelmez.
Ders 2: Bellik şart.
Ders 3: Gazete okumasak bile yanımızda bulundurmalıyız.

Nihayet güneş sıcak yüzünü göstermeye başladı da bir nebze olsun içim ısınmaya başladı. Tekirdağ’a kadar doğru dürüst mola vermedik. Tekirdağ’da otobüslerin mola yerinde (Namık Kemal’in heykeli olan yer) kahvaltı molası verdik… Gelibolu’ya kadar molasız gittik. Bu sefer de fark ettik ki bu rüzgar denen namert aynı zamanda feci uğultu, gürültü de yapıyor. Motordan insen bile o gürültü beyninde iz bırakıyor.

Ders 4: Kulaklık kullanmalı.


Gelibolu’dan akşamlık malzemeleri alıp yolumuza devam ettik. Nihayet Akkan hocamın yazlığına vardık. Saat 11:30. Yerleşme faslından sonra biraz soluklanıp doğruca Gelibolu yarımadasını gezmeye çıktık. Şehitlikler, siperler, müzeler, tabyalar, abide derken kahraman ecdadımızın cümle alemi nasıl dize getirdiğini hissettik. Duygulanmamak elde değildi… Bu arada; tıp camiası adına gurur duyarak belirtmek istediğim bir husus vardır ki; İstanbul tıp fakültesi savaş sonrası dönemlerde mezun verememiş; çünkü, tıp öğrencilerinin tamamı Çanakkale’de şehit olmuştur.



Gelibolu yarımadasını dolaşırken motorcular olarak en çok rüzgarla mücadele ettik. En çok rüzgarı Tunç hocam aldı. Çünkü, aramızda en heybetli motoru o kullanıyordu. En az rüzgarı ise Akkan ağabey aldı. Çünkü, kullandığı maxi scooter olduğu için oldukça geniş rüzgar siperleri vardı. Ancak yine de Gelibolu denildi mi akla rüzgar gelmeli. O kadar ki, rüzgarın şiddetinden rüzgar jenaratörleri kurulmuş tepelerin üzerine. Siz anlayın artık nasıl rüzgarlı bir coğrafya.
Şehitlikti, tabyaydı derken akşamüzeri gibi Gelibolu’nun ıssız bir koyuna sıvışıp buz gibi suya girerek hararetimizi aldık. Buz gibi diyorum çünkü, su gerçekten çelik gibiydi. Üstümüzün tuzuyla yolla çıktık ve günün tatlı yorgunluğunu üzerimizden atacağımız Akkan hocamın yazlığına geldik. Motorları park etmeden önce yarınki maceramız için depoları fulledik. Hemen hesap kitaba sarılarak motorlarımızın ne kadar yaktığını hesapladık işte rakamlar: benim YBR 250 ortalama 4 lt / 100 km; Transalp ve Honda silverwing 5.5 lt / 100 km. Ancak bu rakamların yoğun rüzgarlı yolda olduğunu hatırlatırım. Ayrıca ben neredeyse yolculuk boyunca tam gaz yol aldım.

Akşama üç arkadaş muhteşem bir sofra donattık. Sağolsun komşular da dolmasıydı sarmasıydı derken soframız şahane oldu. Mangalımızla rakımızla biramızla ve inceden müziğimizle en önemlisi şahane sohbetimizle günün yorgunluğunu üstümüzde hissetmedik bile. Ancak, saatler gece yarısına geldiğinde son bir çabayla sofrayı kabaca toparlayıp yataklara doğru süzüldük. Bu süzülmede 3 kere damıtılmış kara efe rakısının da payı olduğunu düşünüyorum.

Sabaha sanki bir gün önceden onca yolu tepen ve akşamdan kalan biz değilmişiz gibi çakı gibi erkenden uyandık. Bunda temiz havanın da etkisi vardır herhalde. Kahvaltıyı güçlü yapalım ki güne zımba gibi başlayalım. Hemen mutfağa geçtim… Muhteşem kuvvetli bir kahvaltı sonrası, karnımız tok depolar fullenmiş halde yola koyulduk.
Hedefimiz kömür limanı… Tunç Abi’de enduro motor olması nedeniyle bu güzergaha en çok o sevindi. Motorlarımızı toprak yola sürdük. Yaklaşık on km sonra kömür limanı İstanbulluların işgali altında bize göründü. Mekanın evvelini bilen Akkan hocam; burada yirmi sene önce kimsecikler yoktu, dedi… Şimdi ise dalgıçlar ve İstanbullular tarafından işgal edilmiş olsa da kömür limanı yine de güzeldi. Denize girdikten sonra tuzumuzla beraber yola çıktık. Yeni rotamız Gelibolu ve Bayrak Baba türbesiydi…

Gelibolu esnaf lokantasının ucuz ve leziz yemeği ile karnımızı doyurduktan sonra, dilek dileyenlerin dileklerinin gerçekleşmesine vesile olduğuna inanılan “Bayrak Baba” türbesini ziyaret ettik. Aklınızda bulunsun; türbeyi ziyaret edip de dileği gerçekleşenler geri gelip türbeye bir bayrak asmak durumunda. Eh, ben de diledim bir şeyler… İnşallah geri gelip bir bayrak da ben asarım hayırlısıyla.


Türbe ziyaretinden sonra motorlarımıza marş verip İstanbul yoluna koyulduk. Dönüş yoluna çıkmadan evvel kendimce rüzgarla mücadele ettim. Şöyle ki; büyükçe bir naylon poşetin tabanını ve yanlarını keserek tunik haline getirdim. Belime pijamamın altını sardım; (bellik) üstüme hazırladığım tuniği giydim. Onun üzerine artistik yeleğimi giyerek rüzgarla olan hesabımı kestim. Ancak o uğultu yok mu! Kulaklık şart…

Dönüş yolu biran evvel İstanbul’a dönmeye çabalayan asık suratlı kafesçilerle iç içe geçti. Ortalama 120 km/h hızla yol aldık. Hele ben neredeyse tam gaz yol aldım… Rüzgarın ve yolun elverdiği yerlerde 145 km/h hıza çıksam da ortalama 120 km/h hızda kaldım… Rüzgar motorlarımızın bütün gücünü resmen soğuruyordu. Bu arada istese 140 km/h altına inmeyecek olan Akkan ve Tunç ağabeylerin motorları da rüzgarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Bir ara motorlarımız neredeyse viraj alır gibi yatık vaziyette yol aldı. Yanımızdan geçen 1000 cc’lik makinalar ise resmen uçarak gidiyorlardı…

Uzun yolda ortalama150 km/h hızlarında bulunmak hem emniyet hemde sürüş keyfi açısından çok önemliydi. Şehirlerarası yolun trafiği ile aynı süratte gitmemek gerekiyor. Ortalama bir kafesçi uzun yolda 110 km/h hadi içlerinden bazıları 120 – 130 km/h hızlarda seyrediyorsa bizlerin onların hızı altında ezilmeden yol alabilmemiz için tepkili, atik ve ivmelenen bir makinaya binmemiz lazım. Çünkü, bazı kafesçiler bulundukları korunaklı otomobillerinin içinde olduklarına bakmaksızın bizi yarışılacak, zor durumda bırakılacak, bir rakip olarak görmektedirler. O esnada ben, bin bir durumla mücadele ederken o yanıma kadar sokulup benimle aynı süratte gitmeye çabalıyor. Ya da beni kapışmaya zorlayıcı hamlelerde bulunuyor, ya da benim kaçış noktamı kapatmaya yönelik aracına gaz veriyor… İşte bu tip şerefsiz kafesçiler anlattığım neviden şorolopluklarını yapana kadar bizim gazı kökledik mi direkt uzamamız gerekiyor. O da kafesinin içinde vitesiydi gazıydı uğraşırken aynen father’ı almaca…

Misal, ben sağ şeritteyim hızım 100 km/h, önümde daha yavaş seyreden araçlara yaklaşıyorum… Yapılacak işlem belli, daha uzaktayken sol şeride geçerek önümdeki ağırlardan kurtulup yoluma devam etmek. Ama o da ne? Normalde gaza basmasa rahatlıkla sol şeritteki manevramı yapıp tekrar sağa geçebilecek durumdayken; benim sol şeride geçeceğimi gören sol şeritteki şerefsiz kafesçi; altındaki passat’ın, aventis’in, civic’in, mondeo’nun, vectra’nın gazını kökleyerek bastırıp geliyor ve benim normalde rahatlıkla kaçabileceğim aralığı tehlikeli bir hale sokuyor… İşte bu noktada altında beygir çiftliği gibi motor bulunduran motorcu gazına birazcık dokundu mu şorolop kafesçi aynen hötöröf oluyor… Ama benim gibi limitlerine yakın hızlarda seyreden motorcular o şerefsizin o anda kendisini zafer kazanmış muzaffer kumandan gibi hissetmesine sebep oluyor. Uzun lafın kısası…

Ders 5: Daha güçlü motor lazım…

Yol alırken kendi kendime şunu dedim: “ insanlık tarihinin en önemli icadı kesinlikle tekerleğin icadıdır, hatta daha önemlisi motosikletin icadıdır.” Motosiklet kullanmak savaş uçağı kullanmak gibi bir şey olsa gerek. Daha önce hiç savaş uçağı pilotluğu yapmadım ama bence öyledir.

İşte bu maceramız da böyle geldi geçti. Toplamda yaklaşık 850 km yol yapmışız.

Herkese süper keyifli seyahatler dilerim.

Hiç yorum yok: