Edirne

İşte bu sefer tam bir “endurance” tecrübesi yaşadım. On sekiz saatte sekiz yüz kilometre…





Her şey bu hafta sonunu boş geçirmeme pahasına başladı. Önümüzdeki hafta annemin yanıma gelecek olması nedeni ile Cumartesi gün boyu ev temizliği ile uğraşmıştım. Gece 12:00 da evden çıkıp Bostancı iskelesine gittim hafta sonunu boş geçirmemek adına. Ama bu beni kesmemişti… Depom full olmasına rağmen yolculuk için bir planım maalesef yoktu…





Bostancı’nın sahil kebapçılarında etrafı keserken dedim ki; “ Neden Edirne’ye basıp gitmiyorum ki?” Çanakale tecrübesinden bildiğim rüzgar sorunu nedeni ile eve varıp üstüme rahat bir şeyler (Hein Gericke kışlık mont) giyip yola koyulacaktım.

Eve doğru yol alırken tam evime 100 metre kala trafik kontrole girdim. Her hangi bir sorun çıkmadı. Bunu neden yazıyorum çünkü 18 saatlik seyahatim süresince tam 3 kere trafik kontrolüne girdim. Yani neredeyse 6 saatte bir kontrole girmişim. Ben bunu vergi taksit ayı olan Temmuza bağlıyorum. Vergi borcunu ödemeyenleri ayıklıyorlar gibi geliyor bana.



Saat 02:00 da evimden yola koyuldum. İlk durağım Kızıltoprakta 24 saat açık Suzuki bayisine gittim. Lastik tamir köpüğü almak istedim, ancak orada kalmamış. Bana herhangi bir benzin istasyonundan temin edebileceğimi söylediler.

Saat 02:30 da Kızıltoprak’ tan yola koyuldum. Kızıltoprak – Otoban bağlantısında trafik kontrolü yapılıyordu. Gözlerimle gördüğüm bir şey vardı ki trafik polisleri ayakta zor duran şöförlerle uğraşıyordu. O noktada beni çevirmediler. Ancak içime bir korku girdi. Cumartesi gecesi millet zil zurna sarhoş vaziyette trafiğe çıkıyordu ve ben de salak gibi o trafikte motosiklet sürüyordum. Bir an tereddüt yaşadım. Ancak bunları düşünürken kendimi Boğaziçi köprüsünden geçerken buldum. Arkamdan kontrolsüzce gelen son model jeeplerden birisine yol verdim. Deli gibi sürüyordu şöförü. Beni geçtikten sonra şeridinde yalpalaya yalpalaya, makaslara gire çıka köprüyü geçti. Kesinlikle kameralara yakalanmış olması gerekir. Hatta bir ara orta şeritteki araçla temas edecek kadar çok yalpaladı. Köprü çıkışında trafik biraz sıkıştı. Ben içimden; “aha bizim denyo jeep kaza yaptı.” diye düşünürken trafik açıldı.

Saat 03:00. E – 5 üzerinde Yenibosna sapağında durdum. Korkum tavan yaptı. Mecidiyeköy’den beri o kadar bozuk bir yol vardı ki; bu yolun transit bir şehirler arası yol olduğunu söylemek neredeyse imkansız. Yoldaki çukurlar ve kasisler değil motosiklet için araba için bile tehlike yaratabilecek düzeyde. O yolda güvenli olarak sadece kamyon kullanılır. Zaten bir tek kamyonlar kendinden emin yol alıyor.

Haliç köprüsünü geçerken yolda lokalize biriken bir sudan geçerken yanından geçtiğim bir kamyonun üzerime yağmur gibi su sıçratması neticesinde bir anda vizörüm tamamen kapandı. Görüş mesafem sıfıra indi. Sadece yoldaki ışıklı cisimleri sezebiliyordum. Bu esnada süratim ortalama 120 km/h civarındaydı. Eldivenimin güderi kısmı ile vizörümü temizlemeye çalıştım. En yakın müsait bir yerde durup tamamen temizlik yapacaktım. Ancak o müsait yer Yenibosna sapağına kadar mümkün olmadı.

Yenibosna sapağında durduğumda şunu düşündüm: “Biz motorlu araç kullanmasını bilmiyoruz.” O bozuk yolda arabalar 120 – 130 – 140 ve hatta kaptıran bazı şöförler daha süratli araç kullanıyorlardı. Bunların içinde ağır vasıtalar da bulunuyordu. Yol kenarında bulunan hız uyarı levhasında ise yuvarlak içinde 70 yazıyordu. Ben zaten anlayabilmiş değilim. O yolda 70 ile gidilmeyeceğini ve kimsenin de gitmediğini herkes bilmesine rağmen neden hız uyarı levhasına 70 yazarlar anlamış değilim. Bunun tek bir açıklaması olabilir. O yolda kaza yaptın mı polis tutanağında; kaza yapan araç muhakkak ki 70 den daha hızlı olacağından; aşırı hız nedeni ile kaza olmuştur, yazacaktır. Böylece yoldaki o kadar krater ve hata önemsenmeyecek sadece hızı 70 den fazla olan araç şöförü tek başına suçlu olacaktır. O zaman bütün yollara maksimum hız levhasına yazsınlar 30 bütün kazalar aşırı hız ve dikkatsizlik nedeni ile olsun bitsin. Yol olarak çakma asfalt (toprak zemine ziftli mıcır) dökmeleri yeterli bence.

Peki ben neden o bozuk yolda 120 ortalama süratle yol aldım? Çünkü, o korkunç trafiğin altında ezilmemek için trafiğin akışına uymam gerekiyordu. Sağ şeritten yol alamazdım. Çünkü sağ şerite sürekli girip çıkan araçlar bulunuyor. Sol şeritte de düşük hızlarla tutunmak mümkün olmuyor. O halde tek çözüm sol şerit ve trafiğin altında olmayan bir sürat ile motoru kullanmak durumundaydım.

Yenibosna sapağında yol ortasında bulunan metrobüs yolunu belediye çalışanları basınçlı su ile yıkıyorlardı. O görüntü bana çok kötü şeyleri hatırlattı. Otobanlarda oluşan kazalarda asfaltı kandan temizlemek için de basınçlı su kullanılır!

Yenibosna sapağında verdiğim molada GIVI marka bagajımın kapağının açık kaldığını fark ettim. Çok şükür içinden düşen bir şey olmamış ancak daha vahimi bir ton para dökerek satın aldığımız, aksesuar adı altında kazıklandığımız bu GIVI marka bagajın kapak telinin bir tanesinin koptuğunu fark ettim. Bu ürünleri satarken satıcıların “bak bu ürün şöyle böyle İtalyan malı vs.” demeleri bir anlam ifade etmiyor. Ama; Japon’u tek geçerim o ayrı! Japon’da yamuk olmaz…





Saat 04:30. TEM gişelerinden geçtikten bir saat sonra servis istasyonuna girdim. TEM tamamen boş olduğu için gazı sonuna kadar açıp ortalama 140 km süratle yol aldım. Yavaş gideyim diyorum ama otoban insana ne yapıyorsa artık; kendinizi bir anda Valentino Rossi gibi hissediyorsunuz. Servis alanında PIT STOP a girdiğimde bir şeyi daha öğrenememişim. “Rüzgar denen o namert ile mücadele etmeyi.” Kışlık montumun içliğini nasılsa yaz dönemindeyiz diyerek yine giymemiştim… Ve bu duruma o ayazda nasıl üzüldüğümü anlatamam. Elimdeki yazlık eldivenlerin koncundan içeri giren rüzgar montun içinde sanki bir fırtına haline geliyor ve sırtımı yalayarak kuyruk sokumumdan montun dışına çıkıyordu. Dizlerimin halini ise anlatamam…





Benzin takviyesi yaparak yoluma devam edecektim ki; PIT STOP yapan 3 baba motor gördüm. 2 adet BMW - R 1200 GS ve bir adet FZ1 FAZER 1000 cc. Adamlar 40 yaşlarında ve ortalam 15 yıllık motorcular; Selanik’e yol alıyorlar ve ortalama 170km hızlara yol alıyorlarmış. Çay içip kaliteli bir sohbet edip resim çektirdik. Ben BMW motorların tipini pek sevmezdim. Özellikle o ön gaga kısmı hoşuma gitmezdi internetteki resimlerde. Ama yakından görünce birer arslan parçası olduklarını anladım. O ne heybet; o ne asalet öyle… Sahibi binerken sanki bir motora değil de ata biniyor mübarek. Hele o ses… Resmen kükrüyor makine… FAZER 1000 cc de öyle. Dört silindirden gelen o tatlı ses insanı mest ediyor. Bu arada ağabeylerdeki kuşam ve teçhizat da dudak uçuklatan cinstendi. O teçhizata orta halli bir motosiklet alınır sanırım.






Ben benzinimi alıp ağabeylerden müsaade istedim. Az sonra otobanda yanımdan üç adet mermi geçti. Ben 140 ile yol alırken abiler 250 ile falan gidiyor olmalılar ki ben sadece ufukta nokta şeklinde kaybolduklarını gördüm.





Saat 05:40. Edirne’ye yaklaşık 100 km kaldı. Servis alanından ayrılalı 40 dakika oldu ki mola vermek zorunda kaldım. Çünkü bütün rüzgar içime girdi. Tan yeri ağardıkça soğuğun şiddeti giderek artıyordu sanki. Dizlerim soğuk narkozu altına girdi. Tabiri caizse “Gıçım dondu.” Gıçı donan motorcunun imdadına gazete yetişir. Otoban kenarında kıçımı ısıtmakla meşgulken yolda kendisini solladığım bir tır selektör yaparak selam verdi. Biraz da yavaşladı… Yardıma ihtiyacım olduğunu düşündü galiba. Ben her şeyin yolunda olduğunu ifade edince yoluna devam etti. Sonra başka araçlar da aynı davranışta bulundu. Bu tabi ki güzel bir şeydi. Özellikle uzun yol şöförlerinin bu davranışı beni duygulandırdı. Demek ki yolda kalana yardım etme kültürü hala devam ediyor.







Üstümü gazete ile zırhlandırırken otoban kenarında ayçiçeği tarlaları dikkatimi çekiyor. Gün doğumu ile beraber günebakanlar başlarını doğuya doğru çevirerek güneşi adeta selamlıyorlardı. Ufuk çizgisinde; “yüzüklerin Efendisinde” iki kule ne ise ona benzer şekilde iki termik santral bacası ufuk çizgisini karartıyordu.



Saat 06:10. Edirne’ye ortalama 50 km kaldı. Ancak, bende artık bacak kaslarımda istemsiz kasılmalar oluşmaya başladı. Çene kaslarım aşırı kasılmaya başladı ve dikkatimi toplamakta zorlanmaya başladım. Bu kadar endurance yeterli deyip ilk servis alanına resmen kapaklandım. Servis alanının neredeyse yapıldığı günden ber,i kullanılmamaış gibi duran park alanına motoru park edip yere havlumu serdiğim gibi üzerine uzandım. Resmen narkolepsiye girmiştim. Nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. Uyandığımda saat 10:30 idi.



Edirne gişelerinden çıkarken benim KGS okutmamı fırsat bilen alamancı bir passat ücret ödemeden benimle beraber otobandan çıktı. Ve Kapıkule sapağından yoluna devam etti. Edirne’ye girmek için TEM den ayrılıp D 100 karayoluna saptım. Edirne’ye girer girmez alamancının plakasını trafik ekiplerine bildirdim. Onlar da gerekeni yapacaklarını söylediler. Ancak benim ehliyet ve ruhsatı da kontrol etmeden bırakmadılar. Üzerimde salakça bir yorgunluk ile gıçımda bir acıma hissi ile Edirne sokaklarını dolaştım. Kahvaltı seansını kaçırdığıma göre hemen bir ciğerci salonuna girerek öğle yemeğini yedim. Çok uygun fiyatları var ciğercilerin. Üstelik o ciğeri nasıl yapıyorlarsa acayip güzel oluyor. Porsiyonlar da çok doyurucu.



Ciğercide takılırken günlük gazetelerden birinde 3. sayfa haberi olarak ne görsem: “Motosikletli Tecavüzcü Yakalandı” diye bir manşet !!! Dumura uğradım. Kırk yılın başında motosikletlendik gazeteyi açar açmaz manşet bu…

Edirne denince aklımda kalan üç şey;

1) Kızları çok güzel, en azından Türkiye ortalamasının üzerinde bir güzelliğe sahipler; gerçekten Trakya kızları bir başka güzel oluyor. Güzellik de değil bu bir hava, bir tarz diyelim… Bunda Trakya’da Slav ırkı ile olan karışmanın da payı var olmalı.
2) Çok fazla tarihi mekan var… Her yerden minare yükseliyor. Uzunca bir süre Osmanlı’ya başkentlik yapmış. Osmanlı öncesinde ise Roma ve Bizans’ın önemli kentlerinden birisi Edirne. (Hadrianopolis)
3) Her taraftan gırnata sesleri geliyor. (şopar havası) Bütün kaset ve CD satan dükkanlar aralarında sözleşmiş gibi hep aynı şarkıları çalıyorlar.


Bir de Pazar günü olması nedeni ile sokaklarda bol miktarda çarşı iznine çıkmış er ve erbaş bulunmaktaydı.

Fazla zaman harcamadan yola koyuldum. Şimdiki hedef Kırklareli.



Saat 13:50. Kırklareli yolu çok güzel. Otobandan çıktıktan sonra Kırklareli’ye kadar yol dümdüz. Ancak ne yazık ki radarlamışlar. Ortalama 100 km hızla o dümdüz yolu aldım. Durup dururken bir ton ceza yemeyelim.






Kırklareli küçücük, şirincecik bir şehircik. Ama şurası kesin ki kızları çok güzeller. Sadece güzel olsalar iyi çok da anlamlı bakıyorlar. Modern bir şehir Kırklareli, insanları yardımsever… İstanbul’a otoban haricinde nasıl gidebirim, diye sorduğum bir adam çok içten ve yardımsever bir şekilde yolu tarif etti. (Pınarhisar – Poyralı yolu) İstanbul’dan geldiğimi söyleyince neredeyse evine misafir edip bir çay ikram edecekti. Güzel insanların memleketi Kırklareli…



Kırklareli – Pınarhisar – Poyralı ve Vize yolundan İstanbul’a yola koyuldum. Otoban yolu olmadığı için yolculuk daha keyifliydi. Otobanda otomatik pilota bağlayıp son gaz haldır haldır gidilirken normal bir şehirler arası yolda etrafı seyrede seyrede yeri gelince durup dinlene dinlene yol alabiliyorsunuz. Yol boyunca sağlı sollu ayçiçeği tarlaları bulunuyor. Motosiklet kullanmanın en güzel yanlarından birisi de gerek karşı yönden gelen gerekse aynı istikamette giden diğer motorcularla selamlaşmak oluyor.



Çatalca’dan TEM’e bağlanıyorum. TEM karayolu yine sıkışık ve agresif kafesçilerle dolu. Ortalama 120 km ile FSM den geçip Beykoz’a iniyorum. Beykoz sahilinde kısa bir mola verdikten sonra. 1. Çevre yolundan Kadıköye bağlanıyorum. Yorgunluk nedeni ile E – 5 karayoluna çıkmak istemiyorum. Sahil yolundan Bostancı’ya geliyorum. Bostancı iskelesinin orada yaşanan keşmekeş beni sinirlendirse de oradan kurtulur kurtulmaz doğru Maltepe’ye gelip evime kapağı atıyorum. İlginçtir ki evimde yol yorgunluğu hissetmiyorum. Sadece üzerimde tatlı bir ağırlık bulunuyordu.




Şimdi gelelim yolun bilançosu;

- Benzin: 2 depo; 80 YTL
- Yiyecek içecek vs: 20 YTL
- Yorgunluk: Önemsiz derecede
- Uyku: 4 saat
- Adrenalin: Kafi miktarda
- Salaklık katsayısı: Oldukça yüksek (Resmen endurance olayı yani:)
- Cesaret: Babalar gibi (Babalara gelme pahasına)
- Yeni hedef: Kesinlikle daha büyük motor lazım.
- Hatalar: Elbise olayına daha dikkat etmeli ve yola tek başına çıkılmamalı. Yolda bir hata kaza olsa dımdızlak kalırdım valla…
- Tecrübe: yaklaşık 800 km

Ağustos 2008

Hiç yorum yok: